Hangoverın dibine vurduğum bir pazar gününde yapılacak en iyi şeyin
yattığım yerden film izlemek olacağını düşünerek peşpeşe iki film birden
izledim. Matineler devamlı değil, filmler konuluydu. Bunlardan ilki Spielberg
imzalı War Horse oldu.
Yapımcısı veya yönetmeni Spielberg olan bir film söz konusu olduğunda
devasa bir prodüksiyonla karşılaşacağınızı önceden biliyorsunuz. Aynı zamanda
filmin belli ticari çıkarlar gözetilerek çekileceğini, gişeye oynanacağını, her
şeyin daha önce denenip başarılı olan örnekler üzerinden riske girilmeden ele
alınacağını da... Olay örgüsü çok çok iyi bilinen dramatik kurallar ve
dizilimler takip edilerek üretilecek, dokunaklı duygusal sahneler gereken
yerlerde devreye girecek yani kısaca her şey kitabına uygun bir biçimde
yapılacak. Tüm bunlar çok “doğru” ve “iyi” yapıldığı için de ortaya ortalamanın
biraz üzerinde, hafif duygusal veya aksiyonu çok kuvvetli bir film çıkacak.
Peki her şey bu kadar “doğru” yapılırken, neden ortaya çıkan sonuç
ancak ortalamanın biraz üzerinde olabiliyor? Bunun nedeni belki de her şeyin
doğru yapılmasının o kadar da eğlenceli olmaması. “Gerçeğin”, “doğrudan” daha
keyifli olması veya tam tersi “hayal gücünün”, “doğru”lardan daha fazla zevk
vermesi... Bilemiyorum. Bildiğim tek şey Spielberg yapımlarında daha önce
defalarca gördüğüm “etkileyici olması için hazırlanmış sahneler” izleyeceğim,
yeni ve yaratıcı bir şey bulamayacağım ve sonunda “iyi filmdi” diyeceğim fakat
“çok iyi filmdi” demeyeceğim. Gerçi haksızlık etmeyeyim, Spielberg’in
filmografisinde benim de çok beğendiğim işler yok değil. Fakat son dönem
yapımlarından aynı tadı alamıyorum. Her şey çok doğru ama yavan geliyor.
War Horse’ta da durum benim için aynı oldu. Işık, oyunculuk, kamera
kullanımı, öykü, dekor, kostüm her şey çok doğru ve çok başarılı. Samimi olmaya
da çalışılmış. Ama işte samimiyet çalışılınca olmuyor sanki. Yönetmenin
duygulanmamızı istediği sahneler o kadar çok belli oluyor ki, duygulansak bile
hoş olmayan bir tat da bırakıyor.
War Horse bir çiftçi tarafından satın alınan bir atla onu yetiştiren
oğlu arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Bu at daha sonra bir asker tarafından satın
alınarak savaşta kullanılmaya başlıyor ve birçok kez sahip değiştiriyor.
Sonunda iki kahramanın yolları tekrar kesişiyor. Atın savaş sırasındaki
yolculuğunda hayatının kesiştiği insanların öykülerine tanık oluyor ki, bu
öykülerin her biri üzerinde başlı başına bir film yapılabilir. Fakat bu durum
filme güç kattığı kadar, ana öyküde parçalanma yarattığı için sürükleyiciliği
de sekteye uğratıyor. Sanki birçok öykünün etrafından dolaşılmak istenmiş fakat
hiçbirine tam olarak odaklanılmamış. Filmin en büyük eksiklerinden birinin bu
olduğunu düşünüyorum. Tabii bir de klişeleşmiş ve en az 45 dakika önceden
kestirilebilen finali...
Oyuncular gayet başarılı performanslar sergilemişler. Özellikle
oynadığı her rolde çok beğendiğim Emily Watson ve Peter Mullan çok iyi.
Sherlock’tan tanıdığımız Benedict Cumberbatch’ın da küçük bir rol aldığını
söyleyeyim. Performansını çok beğendiğim bir başka oyuncu ise The Avengers’in
Loki’si Tom Hiddleston oldu.
War Horse’un gerçekten çok duygusal olsun diye yapılmış birçok sahnesi
var. Özellikle atın iki düşman siperi arasında dikenli tellere sıkıştığı sahne
gerçekten akılda kalıcı ve tüm bu sahneler arasında en iyi kotarılmış olanı...
Fakat bir şekilde güçlü bir duygusal bağ oluşturamıyorsunuz ve bu da filmi
benim gözümde “old fashioned” bir klişe film olmaktan kurtaramadı. Spielberg’in
de çok umrundaydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder